22 Ocak 2015 Perşembe

Elveda Gülsarı /Aytmatov




" Gülsarı'nın tek tutkusu koşmaktı. Böyle hızlı koşarak insanların ondan aldıkları şeylere yetişecek, onları yakalayacaktı sanki. Ama hiçbir zaman ulaşamıyordu onlara..."

Tanabay, sen inandığın ideoloji uğruna kendi hayatın da dahil olmak üzere kardeşinin ve daha nicelerinin hayatını yaşanmaz hale getirdin. Sen partine her şeyi feda ettin, deli gibi çalıştın, sonra ne mi oldu?  Hiç koca bir hiç... Seni attılar... 

Caydar, ya sen ne kadar fedakar bir kadındın, kocan Tanabay'a en zor anlarında destek oldun. Çamurun, yağmurun altında o aç meleşen kuzulara sahip çıktın! Sen umudun adıydın be kadın! Seni alkışlıyorum. 

Gülsarı ah Gülsarı kimler bindi üzerine öyle, ne zincirler vurdular ayağına senin öyle, kan içinde bıraktılar ayaklarını. Ama yüreğine zincir vuramadılar, sen özgürlüğün adıydın. Çünlü kimse özgürlüğe zincir vuramazdı... 




"Hepimiz böyleyiz işte, birbirimizden pek farkımız yok. Ancak ağır hastalandığımız ya da öldüğümüz zaman hatırlıyoruz birbirimizi. O yitirdiğimizin  ne iyi, ne eşsiz bir insan olduğunu, ne büyük iyilikler yaptığını, ancak o malum son demde anıyoruz."

İki Şehrin Hikayesi


Kitap bu sözlerle başlıyordu... Yazar, bu romanında Fransız İhtilali'nin diğer yüzünü göstermeye çalışmış. İhtilal öncesi ve sonrasında iki şehir, Fransa ve İngiltere aradında savrulan, yitip giden hayatları anlatmış. Kana doymayan Giyotin adlı canavarı anlatmış... Zaten bu kitabın kapağına bakınca , giyotinin ne olduğunu anlayacaksınız:( 


Benim en sevdiğim karakter tabi ki yüce gönüllü Sydney Carton oldu. Sevdiği ama asla onunla yaşama şansı olmadığı kadın için çok büyük bir fedakarlık yaptı. 


En sevmediğim ise" ören bayan" , Defarge cadısı oldu!  Onu da bir cadıya dönüştüren acımasız Markiydi...


Sonuç olarak klasiklerin tadı bir başka oluyor. Kitaptaki hikaye çok iyiydi, dönemin bilinmeyen gerçeklerine ışık tutuyordu. Soluk soluğa, merakla okunan bir kitaptı benim için...

Margaret Atwood ( Damızlık Kızın Öyküsü)

Yazar bu hikayeyi bence  öyle etkili anlatmış ki, olaylar öyle olağan sunulmuş ki, tüm o felaketler sanki gerçekte de yaşanmış! 


Damızlık Kızın Öyküsü, bir feminist distopya örneği. 
Kadınlar, erkeklerin emri altında ve bir kast sistemine göre sınıflandırılandırılıyor! 


Kırmızı uzun elbiseler, kırmızı eldivenler giyen, yüzlerini kırmızı peçeler ve beyaz kanatlarla kapatanlar ise damızlık kızlar. Komutanlara ait olan bu kadınların öncelikli görevi sağlıklı çocuklar doğurmak.Kadınların okuması, tv izlemesi , yazı yazması yasak,  meslekleri, paraları, özgürlükleri yok... Bir krem alıp, eline , yüzüne sürmenin bile imkansız olduğu bir hayat! Kadınlar ciltleri kurumasın diye margarin sürüyor ... 

Kitabı okurken çok bunaldım! Çok etkilendim:( Ama anlatımdan değil, anlatılan olayın çok acı ve dehşet verici bir dram olmasından! 

İyi ki okumuşum dediğim bir kitap , filmi de varmış, ama ben bu hikayeyi bir de görsel olarak kaldıramam:(

Coşkuyla Ölmek (Şule Gürbüz)

"İhtiyar coşkusuz ölür, genç ölürse, coşkuyla ölür. İtiraf ediyorum, gençken ölmeyi çok isterdim. Coşkuyla ölmek isterdim..."



"Yavaş yavaş kendimden sıkılmaya başladım. Başkalarından sıkılmıyor ama , onlardan bir tat da alamıyordum."
 

"İnsan dertli değil, derdin kendisidir..."



4 öykü, 4 karakter. Kimlikleri takılı kalmış bir yerde, ruhları ise kaybolmuş. En çok akılsız adamın oğlu Sadullah'ın hikayesi beni çok etkiledi. Sadullah babasının istediği kişi olamadı, kendi istediği kişi de olamadı. Çünkü kendisi de ne olması gerektiğini bilemedi...  

Gelelim yazarın diline, kesinlikle çok ilginç,bol kelime örgülü, kimine göre ustaca ama bana göre yorucu bir anlatımı vardı... Karakterler ise oldukça bunaltıcıydı. Ama altı çizilecek bir sürü söz sıkıştırmıştı hikayelere, o sözler olmasa kitabı okurken kaybolup giderdim belki de...