24 Aralık 2014 Çarşamba

Kuşlar da Gitti ... Yaşar Kemal

Kuşlar da gitti " dedi Mahmut..." Kuşlar da başlarını alıp gittiler, çoktaan..."


 " Şu Taksim alanında birbirini ezenler, o kadar insanın içinde hak tu diye ortalığa tükürük savuranlar, hasta yüzlüler, vıcık vıcık boyalılar, suratından düşen bin parça olanlar, düşman gözlüler, gülmeyenler, birbirine düşman gibi bakanlar, korkanlar, utananlar ... "  

Evet onlar, o gariban çocuklar, 'azat, buzat, bizi cennet kapısında gözet ' deyip, kuşları toplayıp , cami , klise ve sinegog  önlerinde satmaya çalışan gariban çocuklardı. Köyden şehre kaçmış, hepsi de işsiz, kendilerine kuşları iş edinmiş... Sonra onlar artık, İstanbul'un yok olan ,ağaçsız kalan, kirlenen doğasında kuş da bulamadılar, onları anlayacak insanlar da. Onlar da iyice yabancılaştılar insanlıklarına... Önceden etkisinde kalarak okuduğum bir kitaptı.

23 Aralık 2014 Salı

Sonsuzluğa Nokta (Hasan Ali Toptaş) Kitap Yorumum

  • Geçmiş-şimdiki zaman çizgisinde ilerleyen, kurmaca evrenler yaratan ,1992 Kültür Bakanlığı Roman Ödülü  almış Sonsuzluğa Nokta romanı, kasabadan kente gelen bir adamın hikâyesini anlatıyordu. Öyle bir adam ki, kimliksiz, geleceğinden umutsuz, adını bile kitabın yarısında öğrendiğimiz ,sonsuzlukta bir garip nokta gibi ... 
  • Evet adı Bedran bu adamın, Bedran birgün, asla dönmemek üzere kasabadan kente gelir kaçarcasına fakat babasının yüzünü , yaptıklarını hiç unutamaz.  Kent de ise kalabalıklarda yalnızdır yine , üç kişilik bodrumdaki bekar  evinde. Sonra evleneceği kız , kötü ve acı bir olay sonrası karşısına çıkar ... Peki bu evlilik nasıl gidecektir? O uğursuz kaza nasıl olmuştur? Yatalak bir adam, elinde silahı ile kimi beklemektedir?
  • Yalnızlığın, bunalımın romanını yazmış yazar. Ama ne yazma... Kelimelerle dans etmiş, meydan okumuş dünyaya... Sonsuzluğa nokta, sınırsızlığın, cinsel doyumsuzluğun, belirsizliğin hikayesi...
  • Yazar, kullanacağı kelimeleri seçerken, iki kelime arasındaki boşluğun da dile dâhil olduğunu unutmamış, o boşluğu ve o iki kelimenin bize çağrıştırdığı kelimeleri bize bırakmış! 
  • Kitapta arkadaş ortamından kaçıp, banyoya işemeye gitme bölümünde, bütün sahte sevgilere, göstermelik ilgilere, umudu umut etmeye işemiş, uzun uzun işemiş hem de! 
  • İlk okuduğum kitabı oldu bu yazarın. Anlatım dilinden çok etkilendim. Gölgesizler'i de okumayı düşünüyorum.
  • Beğendiğim Alıntılar: 
"Sahip olma duygusu, ruha yüktür."

" Yükselmek, kendini aşağılarda sanmanın ateşli hastalığı..."

"İnsan ne denli çaba gösterirse göstersin, ayrılığa hiçbir zaman hazırlanamıyor..."

6 Aralık 2014 Cumartesi

Bilinmeyen Adanın Öyküsü ( Jose Saramago)

"Bir adam kralın kapısını çalmış ve ona demiş ki, bana bir tekne ver” diye  başlayan bu kısacık hikayeyi bir solukta bitirdim. Sonrasında ise bu 55 sayfalık kitabın kapağını kapattım ve düşündüm. Benim içimdeki bilinmeyen ada nerede? Ben kimimle yola çıktım o adayı bulmak için... Peki o adayı buldum mu? İnsanın hala içindeki bilinmeyen adasını araması da güzel aslında... Belki bulanlar arayanlardır ne dersiniz? Ne diyor yazar bu kitapta " Kendinden dışarı çıkıp, kendine bakmadıkça, kim olduğunu asla bilemezsin." 

Masalsı ve kısa bir anlatım ama satır aralarında bir gizli dünya,  bir bilinmeyen ada saklı... Tabi bulabilene... Yoksa siz hala bir tekne bulup, içinizdeki denizde bir bilinmeyen ada , çevrenizdekilerin bile bilmediği , hatta sizin de bilmediğiniz bir ada bulmaya çıkmadınız mı? O halde tekneyi boşverin, alın bu kitabı ve o yolculuğa çıkın ... Ne demiş yazar"... mühim olan varış değil gidiştir..."



3 Aralık 2014 Çarşamba

Christy Brown

Sevgili Christy , 

Bir Aralık günüydü, annen yanında çömelip oturmuş, pes etmemen için seni teşvik ediyordu. Sen bir parça sarı tebeşirle, " A " harfini çizmeye çalışıyordun. Sonra ayağın titredi, tebeşir kırıldı. Çünkü sen sadece sol ayağını kullanabilen bir engelli olarak dünyaya gelmiştin. Aslında engel senin beynininde değildi. Annen bunu biliyordu! 'Tekrar dene Chris tekrar' diye fısıldamıştı sana. Tekrar denedin ve yazdın! Anne'nin ilk harfi A harfini yazdın. Sonra annenin yüzünde başarının zaferi ve sevincin gözyaşlarını gördün! Kimse sana inanmadı ama Annen sana inandı! Ve sen sadece sol ayağını kullanarak bu kitabı yazdın sevgili Christy ve hikayen tamamen gerçekti.



Ben kendi adıma, kendi çocuğum için çocuk hep ağlıyor, çok mızmız, iştahsız, az uyuyor diye yakınıp, bazen isyan edercesine şikayet ederken, siz özel çocukların sahibi güzel , fedakar annelerden utanıyorum... 




2 Aralık 2014 Salı

Şibumi

Şibumi önceden merakla okuduğum kitaplardan biriydi.

İlk bölümlerde bu adamlar kim, Munih Beşlisi, Kara Eylülcüler kimler, kimin peşindeler anlamaya çalışırken açıkcası biraz sıkılmıştım, ama sonra kitap bir açıldı bir aktı, elimden bırakamamıştım. Hele o son bölümdeki eşsiz hayatta kalma mücadelesini soluksuz okumuştum.



Kitaptaki Nicholai karakterini, #Santaç kitabındaki Dr. B'ye çok benzetmiştim. İkisinin de ortak yönleri çoktu, her ikisinin de başına gelenler çok benzerdi , her ikisi de karizmatik karakterlerdi, her iki kitabı da okuyanlar bilir. 

Çünkü ikisi de bir soyutlama cezası almış ve her ikisi de hayata tutunmak için bir zeka oyununa asılmış. Doktor B. santraç'a. Nicholai de go isimli oyuna...

Ayrıca kitapta dipnotta belirtildiğine göre; Trevanian’ın diğer bazı kitaplarında detaylı şekilde anlatılan tehlikeli bir dağa tırmanma yöntemi, tecrübeli bir dağcı tarafından denenmiş ve dağcı hayatını yitirmiş. Yine Trevanian’ın bir başka kitabında anlatılan müzeden tablo çalma yöntemi, kitap İtalyanca’ya çevrildikten sonra Milano Müzesi’nden üç tablonun çalınmasında kullanılmış. Bu nedenle Şibumi’de Hel’in kendini savunma yöntemi olan Çıplak Elle Öldürme yöntemleri, detaya inilmeden yazılmış.

Peki neydi Şibumi? Şibumi kitaba göre bilgiden çok anlayış demek. İfade dolu bir sessizlik demek. Kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçakgönüllük demek.


En sevdiğim alıntı bölümler ise: 

"Ben çok seyahat ettim, dünyayı avucumun içinde çevirdim ve bir şeyi iyice anladım. İnsanı en mutlu eden şey, ihtiyaçlarıyla varlıkları arasında bir denge bulunmasıdır. Bütün sorun, bu dengenin nasıl sağlanacağı. İnsan bunu belki varlıklarını yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkararak yapabilir. Ama bu budalalık olur. Bunu yapmak, arada bir sürü doğa dışı şeyler yapmayı gerektirir. Pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi, çabalamak gibi. Öyleyse? Öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak, yani onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. Bunu yapmanın da en iyi yolu, bedava olan şeylerin değerini bilmektir. Dağların, kahkahanın, şiirin, bir dostun verdiği şarabın, yaşlı ve şişman kadınların, Bakın bana! Ben elimdekilerle mutlu olmayı çok iyi bilen biriyim. Bütün mesele elimdekileri yeteri kadar çoğaltmak."

İnsan şibumi’yi elde etmez. Ancak onu…keşfeder. Bunu yapabilen pek az sayıda üstün nitelikli insan vardır.”

28 Kasım 2014 Cuma

Hermann Hesse (Rosshalde)

Rosshalde 

 Beni Hermann Hesse ile tanıştıran kitap. Ama öyle bir kitap, öyle bir hikaye ki okuduktan sonra etkisinden kurtulmam imkansız artık demiştim. Yazarın kalemindeki o tavsir gücü ve anlattığı hikaye o kadar çok gerçekçi ki  acaba kendini mi anlattı bu hikayede demiştim. 

O tasvirlenen muhteşem bahçeye, Rosshalde adlı o evin içine  girdim ben de okurken ... Usulca ,mesleğine deli gibi tutkun , ressamın atölyesine gittim önce. Onu tuttum bir sarstım " Hey kalk bırak o fırçaları elinden be adam, bak dışarda küçük bir çocuk senden ilgi bekliyor, şu bahçede seninle koşup oynamak istiyor! Sen çok sevdiğini iddia ettiğin küçük çocuğuna hep diyorsun ya " Hadi gel, al fırçayı sen de resim yap benimle" ama bilmiyorsun çocuk senin işinden de o boya kokan atölyenden de nefret  ediyor aslında... Onun tek isteği, çocuk olmak, sadece çocuk... Kendinin de dediği gibi " Bazen çocuklar hiç bir şey yapmadan, bir köşede öylece oturmak ya da oynamak ister." 

Sonra o mutsuz karın var ya,sana soğuk davrandığını iddia ettiğin,  onu mutsuz eden sensin aslında... " Git sarıl ona, onu ne çok sevdiğini söyle, çekilip gitme o atölyene. Karın senin işine saygılı, ama senden de ilgi ve şefkat bekliyor... Hep verici olan taraf olmak istemiyor. Sen ona yaklaş, bak o sana nasıl koşacak... 

Bak sonra çok geç olacak her şey için dostum, kalk kendine gel... diye bağırdım ama duyuramadım... Kitap bitince şöyle bir bakakaldım hüzünle kitabın kapağındaki o eve ...


Selamlar kitap dostları...

Kırmızı Pazartesi

Kırmızı Pazartesi 

Hey Santiago Nasar, gel bakayım bir yanımıza anlat biraz , bir de hikayeyi senden dinleyelim... Sen Angela Vicario'yla bir ilişki yaşadın mı? Gerçekten onun namusunu sen mi kirlettin? Sen bu vahşice ve işleneceği önceden herkesce  bilinen bu cinayetin kurbanı oldun! Halbuki o kızın ikiz abileri bile bu cinayeti işlemek istemedi! Onun için herkese söylediler . ' Biz Santiago'yu öldüreceğiz dediler!' Ama hiç kimse inanmadı dostum, ya da inandı ama , nasıl olsa bunu bilen diğerleri bir şeyler yapar bu cinayeti engeller dedi ... Ama olmadı be dostum, kimse hiç bir şey yapmadı! Annen bile bir şey yapamadı! Sanki herkes kör oldu... Sanki kader senin ölmeni istedi! Neyse biz hikayeyi hep başkalarından dinledik. Angela "Benim namusumu kirleten bu adam "!dedi senden için... Sorgu yargıcı, hiç bir kanıt olmadığı için senin suçsuz olduğuna inandı ve şöyle bir not düştü rapor kenarına " Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım" biz kitabı okuduk ama hala tam bilmiyoruz , hiç kimse böyle vahşi bir ölümü haketmez belki ama söyle be dostum , O sen miydin?


Yine daha önceleri okuduğum etkisi altında kaldığım bir kitaptı... Arkadaş sende kitabı anlatmışsın diye kızanlar olmuştur, kitabı okumadıklarından... Ama inanın bu kitabın daha ilk sayfalarında katilin kim olduğu söyleniyordu😄

Elif Şafak(Ustam ve Ben)

Ustam ve ben 

Son tahlilde anlattığım hikaye başından , sonuna sadece bir düş...
Ve hakikaten Süleyman isimli bir fil vardı Viyana'da. Onun yolculuğu, dünya edebiyatının güçlü kalemlerinden Jose Saramago , Filin Yolculuğu isimli adlı eserinde anlatılmıştı vaktiyle." 


Ustam ve Ben kitabını bitirdim. Bu yukarıdaki sözler de kitabın sonunda "Yazarın Notu" kısmında geçiyordu. 
Bir de  bu bölümde Elif Şafak , bazı tarihi gerçekleri deforme ettiğini ve romanın akışına göre kurguladığını belirtmiş. Bütün bunları göz önünde bulundurarsak, hikayesi açısından kitabı beğendiğimi söyleyebilirim. Beyaz Fil Çota ile filbaz Cihan'nın hikayesini sonuna kadar merakla okudum. Konusu, 16. yüzyılda Hindistan’dan İstanbul'a gelen beyaz bir fil ve onun sırlarla dolu bakıcısının sırlı maceraları... Filbaz aynı zamanda Mimar Sinan'nın çıraklarından biri ve hikayede ünlü inşaatlarda çalışıyor . Kitabın diline gelince, edebi anlamda çok zengin değildi bana göre. Belki de herkese hitap etmesi için böyle yazdı yazar. Sanat tarihi ve mimarlık açısından hatalar olduğu söyleniyor, o konuda bilgim olmadığı için bir şey söyleyemeceğim,ama tek sıkıntı bence kitabın sonunda yazarın kaynak göstermemesiydi.

Benim en sevdiğim "ünsüz karakter" ise Leyli isminde bir Mecnun Şeyh... Şöyle diyordu :" Allah'tan korkmaya daha ne kadar devam edeceksiniz, O'nu sevmek varken. Siz Allah'ı kendiniz gibi zannedersiniz. Kızgın, kindar, katı. Olur mu öyle şey..."

Ahmet Hamdi Tanpınar.( Mahur Beste)

Ah Behçet Efendi Ah, ben senin hayatını uzunca anlatan bir roman bekliyordum; ama senin ve o güzel yürekli , güzel eşinin dışında herkesi; ailedeki eş, dost, akrabayı onların aşklarını yakından tanıdım. Okurken kimi zaman dağıldım, kimi zaman toparlandım. Dönemin gündemdeki tarihi olaylarına, doğu-batı fikir tartışmalarına şahit oldum. Günümüzle karşılaştırdım. Hiç bir şeyin değişmediğini farkettim. Mahur Beste'nin hikayesini öğrendim... Ama bir seni tam tanıyamadım be Behçet Bey... 

Sen hep kendini <biçare hissettiğin > için hep biçare yaşadın durdun. Sen biraz kısa boyluydun, biraz çekingen, biraz pısırık, beklenmedik bir zamanda, güzel bir kızla evlendirildin. O kadın seni hep sevdi saydı; ama sen  ne yaptın ? Hep kendini yetersiz hissettin, hiç karına sevgi ilgi göstermedin. Gömdün kafanı kitaplarına, ciltlerine, unuttun en yakınındaki en değerli olanı... 

Sen hep bir rüya aleminde yaşadın, en yakınındakini bırakıp, uzaktakilerin hayatı ile ilgilendin... Yazarın sana gönderdiği o kitap sonundaki ilginç mektuptan sonra, bendeki bütün taşlar yerine oturdu. Bulmacadaki eksik parçalar yerini buldu, kitabı okurken ortaya çıkan , dağınıklık ise açığa kavuştu......

27 Kasım 2014 Perşembe

Sevgi Uğruna Yaptıklarımız (Kristin Hannah)

Sevgi Uğruna Yaptıklarımız

"Sevgi bazen acı verir, ama yok olmaz." 

Kadınları en iyi anlatan yazarlardan biri olan Kristin Hannah'ın,  en sevdiğim , önceden okuduğum ve okurken çok etkilendiğim en iyi kitaplarından biri bu kitaptı. 

Doğurganlık ilaçlarıyla, kırılan hayallerin arasında sıkışıp kalan Angie ve annesi tarafından terk edilen bir liseli genç kız Lauren'in yolları bu kitapta kesişiyor. 


Karakterlerin ruh halleri o kadar etkili anlatılmış ki , okurken çoğu yerde çok hüzünlendim, özellikle son bölümlerde gerçekten ağladım...


Genç yaşta anne olmak zorunda kalan kadınların hikayesi zaten hep dokunaklı olur! Amerika kültüründen, yaşantısından bir kesit vardı hikayede... Lisede hamile kalan kızlar! Bu olaylar az da olsa bizim ülkemizde de yaşanıyor. Sadece çevre korkularından dolayı duyurulmuyor! 

O liseli saf kızlara bir çift sözüm var: " yalan dostum aşk diye bir şey yok, aşk dediğin üç günlük eğlence, bilemedin 5 gün sürsün, kanıp da sürünen çok." 

Erkeklere dikkat, onlar sadece kalpleri ile hareket etmezler! 





Kızkardeşler Arasında (Kristin Hannah)




En sevdiğim yazarlardan biridir Kristin Hannah ... Hikayeleri, karakterleri hep sıcacık, samimi gelir bana. Kitaplarında karakterlerini tekrar ediyor görünse de seviyorum bu kadının kitaplarını.

"Sevgi, birbirimizin hatalarını kabullenmekten geçer."

Kristin Hannah demiş ki kitabın sonunda " Ben yaşlandıkça diğer kadınlara ne kadar ihtiyacım olduğunu anlıyorum. Kadın ilişkilerini yazıp durmamın sebebi de bu sanırım. Annelerimiz, kızkardeşlerimiz ve arkadaşlarımız olmasa ne yapardık? Umarım bu kitabı bitirdiğinizde gider kızkardeşiniz arasınız.."
Ben de bu güzel kitabı bitirince hemen sarıldım telefona ve kızkardeşimi aradım. Onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim. İyi ki kızkardeşlerimiz var bu dünyada dedim. 
Sen hep yaz Kristin biz de okuyalım! Sen "altı çizilecek cümlesi yok, zaman kaybı " diyen, pembe düşmanı  'edebi insanlara'  inat yaz! Biz okuyalım, okudukça daha çok sevelim kardeşlerimizi, anamızı, dostlarımızı...


Bu kitap da çok güzeldi , sadece birazcık , kardeşleri bağlayan  o olay biraz gecikti, ama beklediğime değdi.

Amok Koşucusu / Stefan Zweig

Stefan Zweig o kadar başarılı bir yazar ki kitaplarını okurken öykünün içine giriyorum , onunla birlikte heyecanla,koştur koştur, nefes nefese kitabı bitiriyorum. Bitirdikten sonra ise, kitaptan çıkmak ve gerçek dünyaya dönmek epey bir zamanımı alıyor... İşte bu kitaptaki hikayeler de öyle sürükleyici hikayelerdi. Çoğu intihar konulu olan bu sıradışı hikayelerin içinde  en sevdiğim ise, kitaba adını veren Amok Koşucusu'ydu.

Peki neydi Amok? Onu da kitaptan alıntılıyorum: " Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk. Sarhoşluktan öte bu... çılgınlık, insanın öfkeden gözünün dönmesi, delice bir saplantıya, tutkuya kapılması..." Amok koşucusu gibi doktor da işte böyle bir saplantıyla, aşkının, tutkusunun peşinden koştu ve beni de sürükledi peşinden... O nasıl bir tutkuydu, o nasıl bir koşuştu, okuyunca anlayacaksınız.

Hikayelerin genelinde bir yalnızlık, insanlardan uzak kalma, hep bir kişiye uzanan tutku vardı... Sonunda ise gözükara bir ölüme atlayış... 


Stefan Zweig'in  ise gerçek hayatta , eşi ile birlikte , savaştan olumsuz bir şekilde etkilendiği için intihar etmesi, bu hikayeleri daha da ilginç kılıyordu...

21 Kasım 2014 Cuma

İnci Avcıları (John Steinbeck)

Okumaya başlarken "Parasızlığın gözü kör olsun! " dedittiren kitap:( Okurken çok duygulandığım  bir kitap...

Mutluluk türküleri söyleyerek güne başlayan, kendi halinde bir aile var... Ama bir gün bu aile, isyan türküleri söylemeye başlıyor, çünkü küçük bebeklerini bir zehirli akrep sokuyor! Sonra, sonra mı? Bu aile gariban bir aile, hemen doktorun kapısını çalıyor, ama ne çare paragöz, şişko doktor, parasız olduklarını anlayınca, kendi için yok dedirtiyor uşağına...

Sonra ne mi oluyor! Bu gariban aile vira bismillah deyip denize açılıyor ve kitabın isminden de anlaşıldığı gibi kıymetli büyük, eşsiz bir inci buluyorlar. Artık yoksulluk  bitti, çocuğumuza o doktor bakacak, o iyileşecek. büyüyecek, okullara gidecek, kitaplar okuyacak ve bizi bu cahillikten kurtaracak diye hayaller kuruyorlar...

Peki bu hayalleri bir kabusa mı dönüşecek!

Kitabı bitirince de "paran mı var derdin var " diyeceksiniz! Gözpınarlarınız kuruyacak! İnsanın insandan daha büyük düşmanı yok! diyeceksiniz! 


20 Kasım 2014 Perşembe

İnsanın Kaderi (Soholov)

" Babacığım benim canım babacığım, beni gelip bulacağını biliyordum, ama seni ne kadar uzun süre bekledim biliyor musun? Çocuk  rüzgarda titreyen ince bir ot gibi , göğsümün üstünde titreyerek, sıkı sıkı bana sarılıyordu. Beni babası sanmıştı. Benimse gözlerim buğulanmıştı. Ben de titremeye başlamıştım. Bir baktım ellerim de titriyor."

Bir kitapla ,bir yazar daha tanımış oldum. Mihail Şoholov  Ve Durgun Akardı Don adlı kitabından sonra 1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü almış.


Bu İnsanın Kaderi

isimli ince kitabında da 3 kısa hikaye anlatmış. Üçü de birbirinden acı. Zaten savaş varsa acı da vardır... 
2. Dünya  Savaşı'ndan sonra mahvolmuş ve  ailesini , evlatlarını kaybetmiş gariban  insanların,  hayata  tutunmak için tekrar bir neden araması anlatılmış kitapta. Ben okurken çok hüzünlendim. Özellikle ilk hikayedeki , bu kimsesiz çocuk beni çok etkiledi. Bir de sonuncu hikayede, 7 çocuğunun başında durmak, hayatta kalarak onlara bakabilmek için, diğer iki çocuğunu " siyasi  baskısının ölüm tehditi sonucu" vurmak zorunda kalan bir babanın acı hikayesi içimi parçaladı...


Hani güzellik yarışmalarında , filmlerde çıkar ya sorarlar " Dünyaya vermek istediğiniz mesaj nedir? Ya da hayaliniz nedir diye? Soranlar da Dünya Barışı cevabını alırlar genelde... Bizim gibi, savaşın acı yüzüne bir de kitaplarda şahit olan  kitapseverlere de sorsalar aynı soruyu... Biz de " savaşsız bir dünya" , "siyasi görüş ve düşünceden dolayı ceza alan , öldürülen insanların olmadığı bir dünya" derdik... 


Neyse herkese iyi okumalar. Yine bir kitap beni çok kötü duygusallaştırdı.


30 Ekim 2014 Perşembe

Son Ada / Livaneli

"Bu adadaki bütün kararlar, demokrasiye uygun olarak alındı. Çoğunluk neyi işaret ediyorsa onu yaptık!"


Issız, huzurlu bir adada yaşayan insanlar, martılar ve bir diktatör...Dün çabuk unutuluyor , yarın düşünülmüyor...
Bu kitabı okuduktan sonra, huzurlu bir hayata sahip bir adanın ve o adanın insanlarının nasıl da yavaş yavaş yok olduğuna şahit olacaksınız! Kötülük yavaş yavaş, sinsice gelecek ve siz bu konuda hiç bir şey yapamayacaksınız!


Büyük usta, bu romanında ,insan yapısı ve otoriteyi karşı karşıya getirmiş. Mutlaka okunması gereken kitaplardan biri...

"Bir yerde kötülük varsa orada herkes suçludur."(Kitaptan Alıntı)



Cengiz Aytmatov ( Toprak Ana)

" Benim korkum, onun kim olduğunu söyleyecek vakit bulamamak, bu büyük sırrı ve gerçeği kendimle mezara götürmektir. İşte bunun için çok üzülüp , hastalandığımı nereden bilecek çocuk? Tabi bana acıyordu, benim için üzülüyor, hasta yattığım o günlerde okula gitmiyor, yatağımın etrafında dönüp duruyor. 'Nineciğim su getireyim, ilacını içer misin? Üşüyor musun? Bir şeyler örteyim mi üzerine? ' Ve ben aklımdan geçen gerçeği ona söyleme cesareti bulamıyorum! Öyle saf öyle içten bir çocuk ki! "

Evet Aytmatov'un en güzel kitabı Toprak Ana... Kimdi bu çocuk, Tolganay ananın sakladığı bu sır neydi? Sadece toprak anayla paylaştığı bu büyük sır ...Tolganay'ın yaşadığı acılar nelerdi? 
 
Kitap öyle naif yazılmış ki o yaşanılan büyük acılar sizi hüzünlendiriyor ama o hüzünü çekilir hale getiren işte Aytmatov'un o ince, duygusal kalemi... 

Bu kitabı okuduktan sonra, keşke her ana, Tolgatoy Ana gibi yüce gönüllü bir kayınvalide olsaydı dedim. Çünkü o zaman gelin&kaynana kavgaları hiç yaşanmazdı! Bu kitabı okumadan geçmeyin...Garanti ediyorum etkisi uzun sürecek!

23 Ekim 2014 Perşembe

M. Maeterlinck Körler Kitabı


Dün bir kitapsever arkadaşıma çaya gitmiştim. Elimde okunacak onlarca kitabım olmasına rağmen, yine dayanamadım bir kaç kitap ödünç aldım. Bu küçük kitap da onlardan biriydi. Arkadaşım mutlaka oku dedi. Kitabın yazarı, Kont Maurice Polydore Marie Bernard Maeterlinck (doğum 29 Ağustos 1862 ölüm 6 Mayıs 1949 ) Kendisi Belçikalı bir yazarmış. Edebiyatta sembolizm akımının önde gelen temsilcileri arasında yer alıyormuş. 1911 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülü'ne layık görülmüştür. Bu yazarın en tanınmış eseri de 1892'de yayımlanan bu Körler kitabıymış . 

Kitabın konusu ise çok ilginç! Bir adada bir klisenin kurduğu güçsüzler yurdu mevcut. Bu yurtta kalan 6 kör insan , bir rahip tarafından kışın ilk günlerinde, güneşli bir havada , adada deniz kenarında gezintiye çıkarılıyor. Daha sonra ise  Rahip ekmek, su getireceğim diye onlardan ayrılıyor ama geri dönmüyor. Bu körler de durumu farkedince telaşa kapılıp, hem nerede olduklarını anlamaya hem de yollarını bulmaya çalışıyorlar. Diyaloglar öyle etkileyiciydi ki kör olmadan kör olmayı hissettim sanki!
 
" Altıncı kör: Senin çok güzel bir kadın olduğunu söylüyorlar.
 Genç kör kadın: Kendimi hiç görmedim ki..."
 
Sonu ise bir meçhul gibiydi ama okuyana göre! Herkesin bu sondan çıkardığı dersler vardır... Benim çıkardıklarım ise şöyle:

Hepimiz aile üyelerimizi, arkadaşlarımızı yakından tanıdığımızı , sevdiğimizi iddia ediyoruz ya! Bence bundan emin olmayın! Bakmak ayrı görmek , dinlemek, anlamak için ciddi zaman ayırmak ayrı! İşte kitapta şöyle geçiyordu " İşte yıllardır hep beraberiz ve hiç birbirimizi görmedik! Sanki daima yalnızmışız gibi! Sevmek için görmek lazım." 

Belki de çok yakın olduğumuz bir insanın bile,  bazen aslında çok yalnız olduğunu , hep ağladığını bilmiyoruzdur! Çıkarlarımız ve zorunlu birlikteliğimiz sonucu , sadece iyi günlerde ilişkimiz devam ediyordur ,kim bilir belki de onun dışı gülerken içi, hep ağlıyordur; ama biz göremiyoruzdur!..."

" Birinci ihtiyar kör: Diğerlerinin ağladığını hiç duymadık!
En ihtiyar kör: Ağlamak için görmek lazım!" 


22 Ekim 2014 Çarşamba

Satranç ( Stefan Zweig)

Stefan Zweig’in “Satranç” adlı kısa öykü kitabı, sanırım O’nun en iyi kitabı. Zweig’in bu sıradışı hikayesi, sizi öyle etkisi altına alacak ki , maçın heyecanına kendinizi kaptırıp, kitabı bitirmeden koltuktan kalkmayacaksınız! Bittikten sonra ise daha da aklınızdan çıkmayacak!

Dr. B, İkinci Dünya Savaı zamanında kaçırılıp ,Gestapo tarafından kapatılmış olduu otel odasında ,  psikolojik yalnızlık işkencesine maruz bırakılır! Hiç kimse ile görüştürülmez, hiç bir şey yaptırılmaz!( "Cehennem hiçlikten iyidir") işte bu hiçlikte  tam da kendini kaybetmek üzereyken; sorgulama seanslarının birinde , ans eseri duvarda asılı duran birinin ceket cebinden çalmış olduu bir satranç kitabıyla ,uzun bir zaman geçirmeye başlar. Hiç piyon ve tahtası olmadan bütün oyun stratejilerini beyninde , kendi kendisiyle oynayarak geliştirir. Bu sürede üstün bir satranç oyuncusuna dönüür. 


Hücreden sonunda salıverilen Dr. B ,işte bir gün gemide bir santraç oyununa katılır ve kendini kaybedecek dereceye kadar bir şampiyon ile oyun oynar! Peki kazanan kim olacaktır! Okuyunca göreceksiniz ki , psikolojik baskı, uzun bekletme süresi gibi  karşı rakip için uygulanan bazı taktikler nasıl da kişiyi etkisine alıp, sonucu beklenmedik hale getiriyor!



21 Ekim 2014 Salı

Sergüzeşt Kitap Yorumum

Sergüzeşt

Romantizm bu kitapta o kadar saf gerçekti ki, her satırda insanın yüreğine dokunan cümleler, ifadeler vardı. Şu ana kadar okuduğum en güzel kitaplardan biriydi. Ben çok beğendim, okurken çok hüzünlendim, gözyaşlarıma hakim olamadım çoğu bölümde...

Ayrıca bu kitap, "siyasal iktidarın baskısına" uğrayan ilk roman özelliği de taşıyormuş.

Kitapta özgürlük ve tutsaklık konusu işleniyor. Dilber ismindeki göçmen, küçük 9 yaşlarında  bir öksüz kız, İstanbul'da bir aileye esir olarak satılıyor ve görmediği işkence, hakaret kalmıyor!

Kitaptan bir bölüm: "Evsahibi, Dilber'in kendi kızıyla oynamak istediğini görünce, Dilber'in kulağından tutarak, Dilber'i süpügeyi bıraktığı yere getirdi. ' Sen işini bırakıp ne oynuyorsun?' diyerek şiddetli bir tokat attı. Zavallı çocuk, ağlamaya bile cesaret edemeyerek, hizmetini görmeye devam etti."

Kitaptan bir alıntı: " - Niçin ağlıyorsun? 
-Hiç, ağlamak esirlerin en büyük hakkıdır! Biz o hürriyete sahibiz...

Daha sonra Dilber büyüdükçe hayatı o evden bu eve savruluyor... Peki esirlerin aşık olma hakkı var mıydı?
Dilber hürriyetine kavuşabilecek miydi? Bu kitabı okursanız pişman olmayacaksınız! Garanti ediyorum ki  okurken de edebiyatın doruklarında gezeceksiniz! 


10 Ekim 2014 Cuma

Tolstoy( İnsan Ne İle Yaşar)


Bu kitapta tam beş hikaye var. Beşi de birbirinden güzel ve etkileyici. Kitabı çok beğendim. Bence herkesin okuması gereken kitaplardan biri, hatta kader ve kısmet kavramlarını içinde henüz oturtamamışlar için tavsiye edilebilecek bir kitap.

Birinci Öykü Tanrı tarafından, 3 sorunun cevabınını yaşayarak öğrenmesi için yeryüzüne gönderilen Michael'in hikayesi. Bu hikaye benim en sevdiğim hikaye oldu bu kitapta.

Bir gün Tanrı, Michael'dan,  ikizlerini yeni doğurmuş, kocasını da doğumdan önce bir kazada kaybetmiş, yeni doğum yapmış hasta bir kadının canını almasını ister. Kadın o kadar çaresizdir ki , ikizleri kaldırıp memelerine bile götüremiyordur! Kadın, meleğe  " Bu çocuklara benden başka bakacak kimsem yok, ruhumu alma , yardım et bebeklerimi emzireyim, onlar anne babası olmadan yaşayamazlar!" der ve bunun üzerine, Melek kadına yardım eder, canını almadan geri döner. Bunun üzerine ceza alır ve yeryüzüne o malum soruların cevabını öğrenmek için gönderilir. 
Bu üç soru ise şöyledir:

1) İnsan içinde ne barındır?
(Cevap: Sevgi)
2) İnsana neyin bilgisi verilmemiştir?
(Cevap: Kendi ihtiyaçlarının bilgisi)
3) İnsan ne ile yaşar?
(Cevap: İnsan kendi çabasıyla değil, Tanrı sevgisiyle yaşar)

Bu soruların uygulamalı cevaplarını görmek için bu kitabı mutlaka okuyun derim!

Gelelim ikinci hikayeye, orada da bir gün bir kral, yine 3 sorunun cevabını bulmak için düşer yollara... 

Bu sorular: 
1) En önemli zaman nedir? Yani bir işe başlamanın en önemli zamanı nedir?

2) En önemli, en gerekli kişi kimdir?

3) En önemli, yapılması gereken iş nedir?

Bu soruların cevaplarını vermiyorum, hikaye ile birlikte sizler görün;)

3. Hikaye'de ise, 
İnsana ne kadar toprak lazım? Sorusunun cevabını arayacaksınız!

4. Hikaye'de, Tanrı gerçeği bilir ama neden bekler? Sorusuna cevap bulacaksınız!

5. Hikayede ise, Tek bir kıvılcımın nasıl bir yuvayı hatta iki yuvayı birden kül ettiğine şahit olup, komşuluk kavramını tekrar öğreneceksiniz!

Kitaptan bazı alıntılar:

"Sen bir insanın bir kabahatini örtersen, Tanrı senin iki kabahatini birden örter."

"Biri sana kötü bir sözle yaklaştığında, sen ona iyi sözle karşılık ver."

"Kim yüreğinde sevgi taşırsa, o sevgi Tanrı'dandır ve Tanrı o kişinin yüreğindedir!

4 Ekim 2014 Cumartesi

Canım Aliye, Ruhum Filiz Kitap Yorumum


"Canım Aliye,
Seni şimdiden çılgın gibi sevmeye başladığımı hissediyorum. Derhal yaz. Uzun yaz, çok uzun şeyler yaz... 
Seni hasretle kucaklarım benim bir tanecik Aliyem."








Aldırma Gönül, Leylim Ley ve Benim Meskenim Dağlardır gibi şarkılara da dönüşen şiirlerin şairi, hüzünlü yazıların, hikayelerin  yazarı Sabahattin Ali 'yi , bu kitapta yayınlanan mektuplarda, nişanlı, eş ve bir baba olarak tanıdım. O , coşkulu bir nişanlı; aşık , sorumlu bir eş ve sevecen ve ilgi gösteren bir baba... Ömrüm boyunca bir kitabı okurken bu kadar hüzün çökmemişti yüreğime! Sabahattin Ali'yi bir baba olarak tanımak ve O'nun hazin sonunu düşünmek ... Bu mektuplar anlatılmaz, okunur...

"Sevgili Aliye,

Size on gündür mektup yazamadım. Çünkü paramı alamadım, parayı gönderir ve yazarım diye oyalandım. Hala da alamadık! Önümüzdeki hafta belki bir miktar almak, mümkün olacak! Hayatımda hiç bu kadar sıkılmamış ve imkansızlıklar içinde çırpınmamıştım. Sizin halinizi düşündükçe, geceleri gözüme uyku girmiyor." 

Büyük şair, eşsiz anlatım diline sahip, naif yazar, bir de işte 'geçim derdi'  ile, ailesinden uzakta yaşıyordu! Onlara para göndermeye çalışıyordu! Bir yandan da peşini bırakmayan dava ve hapis cezaları, O'nu yavaş yavaş kemiriyordu...



Diğer işlerimi bir yoluna koysam, o bir aylık hapis cezasına aldırmam! Aklım sizde... Filiz yaşında bir çocuk görsem, elimde olmadan gözlerim yaşarıyor!"

Düşünceyi, ideolojiyi suç olarak gören biri,  bu babaya kıydı bir gün! O zalim, insan olmayan bir piyon, aldı eline bir taş,  yolda mola verdikleri yerde, tam da eline okumak için bir kitap alan , Sabahattin Ali'ye zalimce , o taşla vurdu, vurdu...  Tarih 2 Nisan 1948 di... O artık Filiz'i kucaklayamayacaktı! Aliye'sini sarıp sarmalayamayacaktı!

Geride  bu son  13 Mart 1948 'de yazdığı aşağıdaki mektup kaldı... 

Ruhum Filiz, 

Resimlerin pek şirin çıkmış. Bakıp bakıp öpüyorum! Yakında yollardan kar kalkar kalkmaz gelip seni kucaklayacağım. Derslerin nasıl? Bana bilgi ver. 
Milyonlarca gözlerinden öperim kızım! 






Orhan Veli "Bütün Şiirleri" Kitap Yorumum

"Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl, size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem...
Değil!
Ekmek parası desem...
Değil!
Bir dert ki...

Dayanılır şey değil... "


Orhan Veli Kanık 1914'de doğdu ve arkasında bir sürü unutulmaz mısralar bırakarak 1950'de vefat etti. Kısacık bir ömür yaşadı ama ebedi şiirlerler yazdı. 1941 'de , hepimizin lisede öğrendiği bir bilgidir, liseden arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday ile " Garip" şiir kitabını çıkardı. Böylece, 'Türk şiirinde 'yenileşme hareketini başlattı! ,şiirde  ileriye adım attı! Öncü oldu! Şiirin kendine öz bir dili ve vezni olmadığını gerekirse, ahengin bile şiirden kaldırılabileceğini gösterdi.

Gerçekten de bu kitapta yer alan bütün şiirlerde  kendine has, standart olmayan bir duruş, sıralanış var. Kim unutabilir ki Levent Yüksel'in şarkı olarak seslendirdiği " Dedikodu " şiirini, ya da " Yazık oldu Süleyman Efendiye" şiirini, ya da "Beni bu güzel havalar mahvetti", ya da "Eskiler alıyorum, alıp yıldız yapıyorum", "İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı", "Cep delik, cepken delik, don delik, mintan delik, kevgir misin be kardeşlik", ya da " Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umrunda mı bu dünya" mısraları hep tanıdıktır değil mi?...

İşte bu kitap öyle güzel şiirleri toplamıştı ki okurken o tarihlere, o insanlara bir ziyarette bulundum ben de! Sanırım şiiri de sevmeye başladım! Zaten şiir hayattan olunca, sevmemek ne mümkün!



 Not: Orhan Veli'nin nasıl erkenden vefat ettiğini bilmeyenler için...
10 Kasım'da bir haftalığına geldiği Ankara'da belediyenin kazdığı bir çukura düşmüş ve başından hafifçe yaralanmış. İki gün sonra İstanbul'a dönmüş.14 Kasım günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırılmış! Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamamış ve Kanık'a alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi uygulanmış,  ancak beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşılmış!Aynı akşam sekizde komaya giren şair gece 23.20'de komadan çıkamayarak Cerrahpaşa Hastanesi'nde hayata veda etmiş:( 

3 Ekim 2014 Cuma

Aslında Kimse Sevmiyor Senin Kadar



"Babalar sevmeyi, kızlarından öğrenir."  Okuyup bitirdikten sonra, uzun bir süre etkisinden çıkamayacağınız bir hikaye. Bu sıcak, düşündüren ve hüzünlendiren kitabın sonu öyle güçlü ki insana " iyi ki okumuşum " dedirtiyor. 

Bir genç kızın baba özlemi, yetişkin bir kadına dönüşürken, babasının varlığına  daha çok ihtiyaç duyması ve kaybolan babasını araması ... Acaba bulabilecek mi? Acaba yıllarca babasını , en sevdiği kişiden " kızından" ayıran zorunlu sebep neydi? 

Hikayenin sonunda şöyle sözler vardı: " İnsan bazen kurtarılmak istemez. " İnsan seçtiği hayatı yaşamakta özgürdür." 

Ben beğendim kitabı.Sıcacık ve güçlü bir baba/kız hikayesiydi. Bir ara çocukluğuma gittim geldim. Babamla olan güzel anılarım aklıma geldi. Gülümsedim... 

Hepimizin bildiği gibi, kızlar,  babalarına düşkündür, ilk tanıdıkları erkek babalarıdır! O iyi bir erkek, iyi bir eş, iyi bir baba ise, kız hayatı boyunca "babası gibi" birilerini arar, evlenmek için. Eğer iyi bir erkek modeli olmamışsa babası, yeterli ilgiyi ve sevgiyi göstermemişse, iyi bir eş olamamışsa, kız ilerde, evlilikten çekinebilir. Ya da görmediği baba sevgisinin yarattığı  boşluğu, başka sevgilerle doldurmaya çalışır durur ama yine de dolduramaz... İstese de dolduramaz, zira baba sevgisinin yerini hiç bir şey dolduramaz...